Sıcak, çok sıcak geçiyordu günler.
Bu yıl Haziran’da geldi bunaltıcı sıcaklar. Hala da devam ediyor. Her daim çok sıcak olur Akdeniz’in yazları.
Lakin, önceleri sıcak günler veya sıcak haftalar olurdu. Bu yıl farklı. Yaz uzun olacağı benziyor…
Gündem zaten bunaltıcı!
Memleketin dingili koptu, free-wheel uçurumun dibine sürükleniyoruz! Ülke hepten mafya cennetine dönüşmüş durumda, bin bir türlü sahtekarlık, usulsüzlük, hırsızlık yaşanıyor!
Üstüne bir de sıcaklar!
Bir de acayip bir nem var! Haliyle hissedilen sıcaklık daha da yüksek! Nefes alamaz duruma geliyor insan!
Eskiden denize gitmek çareydi bir parça serinlemek için! Şimdi nerede o serin sular?
Deniz suyu hamam suyu adeta, ne mümkün serinlemek! Sanki saunada gibisiniz! Tabii ayakbastı parası ödemeden girilebilecek, temiz bir plaj bulabilirseniz!
Her yer işgal altında, Anayasa‘ya inat!
Sanki analarının malıymış gibi birkaç şezlong, şemsiye atan, barikat kuruyor girişine sahilin, para toplamak için!
Elbette, alacağınız hizmet için bir ücret ödemek doğal!
Su fakiri olan ve bir başka ülkenin suyuna bağımlı duruma düşen şu küçücük ada yarısında duş almak isterseniz, tabii ki bir ücret ödemek gerekir, ortak yurttaşlık sorumluluğu gereği olarak!
Ya da şemsiye, şezlong hizmeti alıyorsanız, ona da makul bir ücret verilmesi normal! Tuvalet, giyinme kabinleri, yedikleriniz içtikleriniz için makul bir ücret anlaşılabilir bir uygulama!
Sahiller konusu, bir dokunup bin ah işitilecek bir konu. Çok dürtmeyim şimdi!
Sıcaklar niye bu kadar çok arttı?
Eskiden sahil bölgelerinde, rutubetten, reçel kavanozuna düşmüş gibi yapış yapış olurduk.
Girne’de, hele Mağusa geceleri de çekilmez olurdu. Lefkoşa’ya vardığımızda, o meltem esintisi karşılardı bizi! Artık o da değişti.
Lefkoşa’da da rutubet var artık!
Üstelik geceleri, gündüzlere göre çok daha yüksek bir nem hissediliyor! Akşam üzeri, gün batımı sonrası yerden alev fışkırıyor adeta, sanki buhar kazanının ya da fırının kapağını açmışsınız gibi!
Tüm kabahat iklim değişikliğine yükler olduk, sanki iklim değişikliği kendiliğinden olmuş gibi, sanki biz insanların hiçbir rolü yokmuş gibi!
Cennet de cehennem de bu dünyada aslında!
Yıllar önce, Nezihe Hanım teyzeden duymuştum bunu. Babası imammış, “cennet de cehennem de bu dünyada, yaptıklarımızla burasını cennete de cehenneme de çevirebiliriz” diyerek çocuklarına doğru düzgün insan olma nasihatleri verirmiş hep!
Ne aydınlık bir kafası varmış!
Ne kadar da doğru bu bir değerlendirmeymiş!
Doğanın tahribatı, kaynakların aç gözlülükle tüketilmesi, doyumsuz tüketim alışkanlıkları, savaşlar ya da her türlü şiddeti ile yaşandığı bu dünyayı cehenneme çevirmedi mi insan?
Eskiden de 40 derecenin üzerine çıkan sıcaklıklar vardı ama eskiden bu kadar çok beton, asfalt, çelik, cam var mıydı ki?
Betondan, çelikten yapılmış, daha “güzel” olsun diye cam cepheler giydirilmiş, alüminyumlarla donatılmış, yükseldikçe yükselen binalar, rezidans diye anılan konut binaları, “business centre” diye isimlendirilen kat kat çıkmış ofis binaları yoktu!
Daha çok ağaç vardı. Limon, portakal, mandarin, kız memesi gibi, narenciyenin envai çeşidi bulunurdu bahçelerde.
Çam ağaçları, selviler, efkaliptolar bulunurdu yol kenarlarında. Pek kaldırım da yoktu, aslında!
Sonra ne oldu? Ağaçlar, kızıl çamlar bile kesildi, kat kat apartmanlar, havuzlu siteler ya da arabalar için otopark yapıldı…
Bahçeler “temiz, tertipli olsun” ya da “daha çok müşteri için daha çok masa olsun” diye ya da kentlerin kamusal açık alanları, “çevre düzenlemesi” yapılsın diye beton parkelerle kaplanmış hale geldi!
Yollar zaten hep asfalt!
E, neydi olacağı!
Mikro iklim diye bir şey var! Isı adaları diye de bir başka konu var! Meteorolojik iklim var, bu gezegenin güneş etrafındaki seyahati, atmosferik değişimlerle ilgili, doğaya bağlı bir durum. Mikro iklim ise insanın yaptıklarının sonuçları ile ilişkili.
Yapılaşma yoğunluğu, yüksekliği; beton, çelik, alüminyum ve asfaltın teslim aldığı sokaklar, mahalleler; ağaçlandırma, bitkilendirme yoksunluğu; işte bunların tümü ısı adalarının oluşmasına, mikro iklimin değişmesine ve haliyle de hissedilen sıcaklığın yüksek olmasına yol açmakta!
Arsızlık tavan, rant vizyon olunca sonuç: YANIYORUZ, ÇOK SICAK!
Evet, küresel düzeyde bir iklim krizi ile karşı karşıya gezegenimiz. Sadece insan değil tüm canlılar tehdit altında!
“Buna adapte olunacak, yok olmamak için uyum sağlayıcı düzenlemeler yapılması gerekir, yaşam alanlarımızı, kentlerimizi dirençli, dayanıklı hale getirecek düzenlemeler yapılması gerekir” diyor bilim insanları…
Biz ne yapıyoruz peki! Buna kafa yoran birçok insan var buralarda da sözü geçerli değil yazık ki!
Daha çok, daha yüksek, daha büyük, daha kârlı inşaata, kumara bağımlı turizme dayalı neoliberal rantçı “yatırım projeleri”
Kıbrıs’ın topraklarını saran bir örtü gibi. Bu projeler, “medeniyet” koşullarına ulaşabilme “imkânı” olarak görülüyorlar.
Bazıları vardır ki, ne kadar kanıt ve delil sunarsak sunalım, anlamazlar ya çıkarlarına ters geldiği için ya da egoları körleştirdiğinden, sadece haklı olmak istedikleri için, hatta haklı değillerse bile!
Rant o kadar ele geçirmiş durumda ki her kesimi, en milliyetçisinden, en ilericisine, en demokratına, hatta en çevrecisine kadar, çoğunlukla da kendi bireysel çıkarları etkilenmeden, kimseler ses çıkarmıyor yazık ki!
Neden de şu; “Ülkeyi sen mi kurtaracaksın canım, boş ver!”, “Bu düzeni ben mi değiştireceğim ya hu, bana ne!”, “Hiçbir şey olmaz buralarda, hiçbir şeyi değiştiremezsin, sağlığın daha önemli, keyfine bak”
EVET ülkeyi tabii ki SEN değiştireceksin, EVET bu düzeni BEN değiştireceğim.
SEN, BEN, O değiştireceğiz!
“Boş vermek” yok, “bana ne” demek yok!
Hani bir söz var ya Nazım’dan, “Ben yanmasam, sen yanmasan, biz yanmasak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa…”
İşte tam da bu!
Vardır mutlaka bir yol, bu öğrenilmiş çaresizliği atarak makus talihi değiştirecek!
“Arsız, güçlü olduğu yerde haklıyı suçlu çıkarır”
O yüzden de “Söylesem tesiri yok” belki ama işte “Sussam gönül razı değil ki”